14 Mayıs 2021 Cuma

Her Evet Bir Hayır

Kendimize gerçeği itiraf edebildiğimiz nadir anlarda, belki uykuya dalmadan az önce ya da soluk almadan gömüldüğümüz işlerden kafayı kaldırdığımız o kısacık anda, bir ses bazen der ki:

21 Şubat 2021 Pazar

Dünya değişiyor, insanlar uyanıyor!


Bugün herkes sürdürülebilirlikten bahsediyor.

Bu kavram şirketlerin karlılık eğrilerinin aşağıya doğru büküldüğü o yerden bir kaldıraç olabilsin diye yeniden doğdu. Aslında o yaşamın kendisiydi, doğayla bütün olmuş insanın doğal akışıydı. Ancak elbette bu yeniden doğuşta insan ikinci plandaydı. Pragmatik insan, doğanın sürdürülebilmesini çok daha önemsiyordu.

Bugün herkes şirketleri çevre ile ilgili sorumluluk almaya çağırıyor ya da sorumluluk alan markaların hizmetlerini ve ürünlerini kullanmaya yöneliyor. Bir kız çıkıp koca koca adamlara kafa tutuyor İsveçlerden, binlerce aktivist her gün tekstil dağlarından, okyanustaki plastiklerden, kaybolan yeşil alanlardan, kirlenen havadan, yanında biraz biraz da işçilerin sosyal haklarından bahsederek seslerini daha da yükseltiyor.

Tüm bu yükselen seslerin içinde insandan ne kadar az bahsediliyor! Oysa insanlık ile çok önemli ve acilen el atılması gereken sorunlar var ve bu dünya kaynaklarının tükenmesinden kirlenmesinden çok daha öncelikli! Her gün insanlık dışı milyonlarca muamelenin üzerinden yükseliyor tüm sektörler ve bu her düzeyde oluyor. İşçiler düzeyinden belli oranda konuşulmaya başlandı ancak beyaz yakalı için de konuşulması ve düzenlenmesi gereken çok fazla şey var.

Günde 10 saat çalışmaya (buna 1 saat öğlen arasını da çalışma hayatına dahil ediyorum, çünkü o saat yine de özgür olmadığın bir zaman aralığı) özellikle büyük şehirlerde 2-3 saat trafikte geçen süreyi de ekliyorum. Bir durup da düşünün, bu bir insan için normal bir şey mi? Buna fazla mesaileri, iş yerinde çalışanlar veya işverenler tarafından psikolojik veya sosyal nedenlerle devamlı olarak ya da sistematik şekilde uygulanan psikolojik baskı, taciz veya şiddet de eklenince insanın dengesini koruması, sağlıklı kalması ne kadar mümkün? Ne zaman ailesiyle ve dostlarıyla vakit geçirecek, ne zaman okuyacak, ne zaman ilgilendiği konulara eğilecek, ne zaman gezip tozup eğlenecek ve biraz deşarj olacak, ne zaman uyuyacak?

Son günlerde iş yerlerindeki mobbing ile ilgili acı bir haber beni derinden sarstı. Güzel, zarif, hassas bir ruh ölmeyi seçerek bu dünyadan ayrıldı, 6 sayfalık bir mektubu geride bırakarak, yürek kaldırmıyor. Satır aralarında sevgi dolu, hayat dolu ve özgürlük duygusuyla yanıp kavrulan böylesine güzel bir ruhun nasıl bu raddeye gelebildiğini merak ediyor insan. Ama gelebiliyor işte… Her gün bu kadar uçlara gitmeyen ama benzer sınırlarda dolanan pek çok çalışan olduğunu biliyoruz. Mutsuz, yorgun, tükenmek üzere pek çok insan var. Hepsi de her sabah kendini toparlayıp nasıl da işinin başına geçtiğine, nasıl da her şeye rağmen performans sergilediğine ve her Cuma akşamı geldiğinde bir haftayı nasıl da kazasız belasız bitirebildiğine içten içe hayret ediyor. Bu ne kadar sürdürülebilir bir şey?

Bu konuda düşünen ve yazan şair David Whyte benliğin dünyayla buluştuğu yer olarak tanımlıyor işi. Pek güzel tanım.  Ben sorunu tam da bu noktada görüyorum. Bugün iş insan için değil, daha ziyade insan iş için. İşin kendisinin böylesine yüceltildiği yerde otomatikman insana hiç değer vermeyen bir çalışma kültürü doğuyor, insan sade bir beşeri sermayeye, insan kaynağına dönüyor, bir kafa sayısına. Bence insan bundan ötesidir, pek çok beceri ve yetkinliği işe getirir ve bu sayede fark yaratır. Şirketler kârlılıktan, verimlilikten ve şimdi de sürdürülebilirlikten bahsediyorlar. Oyunda kalmak için otomasyona, veri tabanlı sistemlere yatırım yapıyorlar. Görünen o ki karanlık fabrikalar birilerinin kalbini fena halde çarptırıyor, her geçen gün insanın yaptığı işler makinelere, yapay zekâya devredildikçe başarıyı kutluyorlar. Tüm bu gelişmeler yerinde ve gerekli olabilir, bu bambaşka bir tartışma konusu. Ancak burada sormak istediğim asıl soru şu: Tüm bu araçların kalitesi ve işlevi artarken insanın da durumunun iyileşmesi, biraz olsun yüceltilmesi, insanın da daha bir özgürleşmesi gerekmez miydi? Bu orantının tersine doğru olması şaşırtıcı değil mi? Hayatı sözde bu kadar kolaylaştıran aletlerle çevriliyken gittikçe daha az özgür hissediyor olmamız tuhaf değil mi? Refahı artan, özgürleşen bu büyük sistemi işleten insanlar olmalıyken görünen o ki bu fayda daha ziyade tepedekilerde toplanıyor. Değeri yaratan insanlarda değil, o değeri yaratan beşeri sermayeye “sahip olanlarda” toplanıyor. Bu adil mi? Kesinlikle değil!

Şirketleri dünyaya verdikleri zarar için sorumluluk almaya çağırıp duruyor herkes. Neden kimse insanlığa olan etkileri için sorumluluk almaya çağırmıyor?  Her düzeyde insanca şartların sağlanması neden kısık sesle konuşuluyor?

Bence şirketler insan konusunda her alanda çalışma şartlarını iyileştirmek, insana yaraşır bir çalışma kültürü oluşturmak konusunda da sorumluluğunu almalı! Çalışma saatlerinin ve çalışma kültürünün yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Daha dengeli yaşayan insanlardan, daha sağlıklı ve daha mutlu çalışanlardan korkmasınlar! Asıl verimi artıracak olan dakika mühendisliği kadar bu insan yaklaşımıdır da. İşi asıl sürdürülebilir kılacak olan tam da bu yaklaşımdır! Bu bugün değilse de yarın olmak zorunda, yeni nesil çalışana onların da kendilerini adapte etmesi bariz bir zorunluluk. Dünya değişiyor, insanlar uyanıyor!  

15 Şubat 2021 Pazartesi

Suskunluk Duvarını Yıkın!

Alice Miller, diğer kitaplarında ateşli bir şekilde savunduğu gibi Suskunluk Duvarını Yıkın’da da çocukluğumuzun gerçekleriyle yüzleşmekten bahsediyor. Çok kısaca, haklı öfkenin nihayet yaşanması, duyguların ifade edilmesi sayesinde ruhsal körlüğün, yıkımın ve kendini harap etmenin de biteceğini anlatıyor. Sözsüz bir anlaşma gibi toplumun her yanına sızmış olan, terapi odalarından, okullardan, ibadethanelerden, aile meclislerine bu gerçeği bastırma, görmezden gelme ve hatta bununla uzlaşıp affetmeye zorlayan bir dev bir kumpas gibi duruyor dünya bu şekliyle. Yalanlarla örülü, kimsenin gerçeği duymaya katlanamadığı, elbette bunca acıya dayanamadığı, bu yüzden de olguları duygularıyla beraber görmezden gelip adeta görünmeyen bir yere, bir karanlık alt dünyaya itip üzerini kapadığı ikiyüzlü bir varoluş! Ancak insanın biricik ömründeki hasarı kadar topluma da yön veriyor tüm bunlar. Yani bir yerden bastırdığın başka yerden çok yıkıcı bir şekilde mutlaka patlak veriyor, ya bedende ya fiziksel olarak bu dünyanın üzerinde, canice.

Bu noktada Hitler, Çavuşesku örnekleri çok çarpıcı! Hala diktatörlerin doğup büyüyebildiği, küçük büyük demeden şirketlerin içinde güç kazanabilen benzer yöneticilerin yer tutabildiği bugünün panoramasında bile en çekirdek birim olan ailenin içinde hala hâkimiyetini sürdüren bu baskıcı, dediğim dedik, yıkıcı, istismar eden, sınır tanımazlığın varlık göstermeye devam etmesi en kök sebep değil de ne? Ve bu hiç de azınlıkta değil. Her evde. Yoksa bu akıl almaz güç odakları nasıl kötülüklerine sınır tanımadan devam edebilir? Medya, eğitim, kültür, dinler ve bence bugün her yerde demeçler yağdıran ruhani önderler bile hep bu çarkın dönmesi için acımasızca ve ne yazık ki bilinçsizce çalışıyor. Bastırıldığımızı, istismar edildiğimizi inkâr edelim, bunu konuşmayalım, öfkemizden ve nefretimizden bir de suçluluk duygusuyla çıkalım, üzerine bir de bize bunları yapanları ısrarla affedelim yeter ki! Alın size suskunluk duvarı! Ama neden?

Hâlbuki bu bilinçdışına itilmiş nefretin sözde onaylansa (örneğin bugünkü başarısını babasından yediği dayaklar sayesinde olduğunu söylenmesi gibi birinin) ya da bağışlansa da yıkıcı etkileri olduğu muhakkak. Bunu bahsi geçen diktatörlerin kendi çocuklukları ile ilgili söylediklerinden anlıyoruz en çok da. Oysa nefret de öfke de bir his ve yaşandığında bir zehir olmaktan çıkıyor ve bir yetişkin olarak sağlıklı düşünmeye ancak böyle başlayabiliyoruz, yıkıcı eylemlere dönük değil de yaşam doğuran-yaşam yaratan eylemlere dönük olasılıkları ancak bu sayede görebiliyoruz.

Bu açıdan bu saf rüyadan uyanmanın, gözleri açıp gerçeğin acılı hallerine cesaretle bakmanın, bedenimizde gizli de olsa dürüstçe yaşamaya devam eden o hâlâ canlı kanlı hislerin inkârı değil de nihayet onları yaşamanın getirdiği sonuçların, bireysel ve toplumsal düzeyde yapacağı etki çok heyecan verici! Bir çocuk gibi yoğun hissedebilen ve bir yetişkin gibi düşünebilen bireylerin olduğu yerde kimse kalkıp akıl almaz zorbalıklarıyla bırakın bir ülkenin üzerine çökmeyi, bir kişiye bile böylesine bir zulme kalkışamaz. Çok umut verici, ufuk açıcı ve heyecan verici!

Bir çocuk ile konuşurken karşımızda tepeden tırnağa eksiksiz bir şekilde tüm insanlık haklarına sahip tam bir insan olduğu gerçeğinin idrakiyle başlanabilir.

10 Ocak 2021 Pazar

Neler oluyor bize?

Bu yazıda “yapmak” takıntılı insanlık varoluşumuzun içinde “olmak” mevkiinde neler oluyor biraz ona bakmak istedim. Hayatta kim olduğundan çok ne iş yaptığın, titrin, mevkiin, yaptıkların ve yapacakların öne çıkıyor. Hatta kim olduğumuzu bilemeden dev bir yapma halindeyiz hep birlikte. Az kaldı, Mars’a da gideceğiz!

Peki kimiz biz? Bizi biz olmaktan, kendimizi bilmekten, bundan doğru bir bütünü bilmekten, ona kendimiz olarak katılmaktan bizi alıkoyan ne? Yaptığımız devasa şeylerle aramızdaki sert kopuş bizi nereye götürüyor?

Bu sorulara beni iten çok şey var. Sanayileşme ile kaybolan zanaatlar ve devleşen sektörler, mesela giyim kuşam, seramik, cam gibi gibi. Şöyle bir gündelik yaşamımızda kullandığımız eşyaya bakarsak daha onlarcasını görebiliriz. İnsanın eliyle, emeğiyle, alın teriyle yaptığı pek çok şey artık makineler, robotlar tarafından, hatta dijital olarak saniyede binlercesi üretilebiliyor. Fütursuzca büyümenin çok sevdiği bir kelimeyi şiar edinerek hem de! Verimlilik!

Şimdi teknoloji ilerledikçe, dijitalleşmenin de yükselen atmosferi içinde işler daha da ileri gitti. Yalnızca ürünün kendisi değil yapanın da yeniden üretimi söz konusu. Hayatta bizzat insanın yaptığı şeylerin yerini makineler ve yazılımlar alıyor. Üretim yapan karanlık fabrikalardan tutun da şiir yazan yapay zekâya kadar. Pek çok şey gibi insanın hayrına olan yanları da var insanın hayatlarını cendereye sokan yanları da…

İnsanı insan yapan yani benim “olmak” diye konuya girdiğim şey yapmaktan geçiyor aslında. İnsan, bir olmak arzusudur ve biz eylemlerimizi yaratırken eylemlerimiz de bizi yaratıyor. Bu yaratım, bu üretim, bir şey ortaya koymak yalnızca ortaya çıkan davranış, eylem, söz ya da nesnenin kendisi midir? Bir üretimi yaparken insan neye dönüşüyor, kim oluyor? Bu deneyimin kendisi, hemhal olma hali, tekâmül de işin aslı değil mi? Bunun bir de ortaya çıkan şeyin dünya ile buluştuğu yer tarafı var. Yaratımlar insanlarla buluşturduğunda olan bir etkileşim var. Bunun da bütüne bir etkisi var.  

On yıl kadar önce Caferağa Medresesi’nde sadekarlık öğrenmeye gidiyordum her hafta sonu. Müthiş bir hassasiyet, incelik, sabır gerektiriyor mücevher işi. Pek çok iş gibi adanmışlık şart. Benim içinde bulunduğum yapı epey geleneksel idi. Tamamıyla el işi. İnce bir plakadan üç boyutta bir yaratıma elbette alet edevatın ustalık gerektiren kullanımıyla ulaşılıyordu. Yalnızca yapmaları yücelteceksek, bu nesnenin aynısını ve hatta daha kusursuzunu yapabilir yine insan üretimi olan makineler ve bilgisayar programları. Ama aynısı olmaz el işi farklı romantizmine girmeyeceğim. Burada bana çok daha fazla dert olan başka bir şey var: Ellerimizden tüm yapabileceklerimiz alındığında biz kim olacağız?

Buradan güzel bir hikâye ile bitireyim. Kıssadan hisse. Bir çocuğu babası Kapalı Çarşı’da bir Ermeni ustanın yanına götürür ona çıraklık etmesi için, hem böylece bir baltaya da sap olsun diye. Usta önce çocuğun avcuna bir zümrüt taş bırakır. Der ki bir hafta elinde tutacaksın, sakın ama sakın bırakma.  Ne yaparsan yap elinde tutmalısın, uyurken bile. Bir hafta sonra yine bana getireceksin taşı. Baba da oğul da şaşkın. Ama çaresiz ustanın dediğini yapar çocuk, zümrüt taşıyla yatar kalkar, bir an bile bırakmaz elinden. Tam bir hafta sonra da ustanın karşısına çıkar, zümrüdü ustaya uzatır. Usta der ki, tamam, şimdi de bu zümrüdü al bakalım. Birebir aynısına benzer yeşil bir taş bırakır çocuğun avcuna. Şimdi de bu zümrüdü taşı bakalım bir hafta. Çocuk bir avucundaki taşa bakar bir ustaya, çekiniyordur da biraz. Sonunda bu zümrüt değil ki usta deyiverir. 

Bu iki taşı ayırt eden makine insana kolaylıklar, hız ve verim sağlarken bu deneyimi, yapılan işle hemhal olmayı, bunlar olurken olunan insan olmayı elimizden almıyor mu? Ya da belki asıl soru şu, bu yeni haliyle biz insanlara neler oluyor?

24 Ekim 2020 Cumartesi

90'lar, Gençliğim, Fonda Yuhu

90'lar fena halde genç olduğum günlerdi...

O günlerin sahiden de soundtrack'i olabilecek bir grubun, Yuhu'nun (nam-ı diğer Yuxu) plağını basmış Uzelli! Benim gibi Yuhu sevenler için sürprizli bir armağan bu! Hemen aldım, dinledim yıllar sonra. Bu sefer kasetten değil plaktan. Çok acayip bir his.

22 Ekim 2020 Perşembe

Özgürlüğün Altın Anahtarı

Duyguları hep ayağımıza dolanan ayak bağları olarak mı gördük? İnsanı yürüdüğü yönden alıkoyan bir takım pürüzler, engeller, hatta zayıflıklar... 

Zaten böyle inanınca böyle de oluveriyor. Bir bakmışsın yirmi yıl geçmiş ama duygu capcanlı böğründe duruyor. Bir duygu nasıl bunca zaman yaşayabiliyor ilk günkü gibi? Çok daha garibi, bu böyleyken, aynı zamanda bir şey oluyor hayatın içinde ve sen duygunu bilemiyorsun. Nasıl hissediyorsun diye bir soran olsa, bir dünya laf kalabalığı ediyorsun da bir türlü nasıl hissettiğini ifade edemiyorsun. Bilmiyorsun ki! Saklamışsın, bastırmışsın, dışlamışsın!

20 Ekim 2020 Salı

Kalben: Aşk ne güzel!


Yüzyıl sonra saklandığım yerden çıkmaya başladım. Bu bir karar değil, kendiliğinden olan bir şey. 
Kendiliğinden olan her şey gibi güzel, yalnızca izliyorum onu.
Aşk ne güzel demek için geldim.