5 Aralık 2011 Pazartesi

Serbest Serzeniş

“Bizi daha iyi söğüşlemek için hazırlanan reklamları izleyip katıla katıla ağlayan, hislenen insanlarımız var; absürt bir film gibi. Toplum olarak sinirlerimiz laçka olmuş. Ve biz birbirimizi ezdikçe, savaştıkça, gelecekten umudumuzu kestikçe, her gün beşer onar öldükçe o markalar daha da çok kazanıyorlar. Kapitalizm toplumsal cinnetten besleniyor, kâr hesaplarını yaralı vicdanlarımız üzerinden yapıyor...”

Dün Derya yazmış. Ona kısa bir yorum yapayım derken iş çığırından çıktı. Buradan sesleneyim dedim. Diyordum ki:

24 Kasım 2011 Perşembe

Bazen

Bazen işler çığrından çıkar. Olur bazen. Önemsemediğin, yok zaten ben aslında bunun bir parçası bile değilim ki diye kendine yutturmaya çalıştığın şeyin içinde o kadar çok zaman geçirirsin ve onu farkında olmadan öyle bir ciddiye almaya başlarsın ki (çünkü fiziksel olarak onun içindesindir çokluk ) beğen beğenme, kabul et etme, öyle ya da böyle o habitatın organik bir parçası olduğun gerçeği bir gün yüzüne çalınıverir. Ve zaten kolay kandırılan normal zekâlı bir çocuk gibi söylenen her söze de inandığından aldatılmış bulursun kendini.

20 Kasım 2011 Pazar

Diyelim ki bilinçlendik!

Diyelim ki bilinçlendik! Hadi, peki, bu yoga, organik ürünler, kişisel gelişim vesilesiyle olmuş olsun. Diyelim ki duyarlı, hassas mahlûklar haline geldik. Hormonlu ürünleri tüketmiyoruz artık. Bedenimizi keşfettik, onunla birlikte ruhumuzu da. Stresi yendik böylece. Arındık. İyi bir hayat yaşamanın, başarılı olmanın ve benzeri zorlukların on altın kuralını sebatla uyguladık. Evet, başardık. Ve birdenbire biz çok bilinçlendik. Biz bir tek kendi bedenlerimizi, kendi ruhlarımızı, kendi sağlığımızı, evimizi, kendi rahatımızı, kendi gidişatımızı düşünerek epey bilinçlendik. İş bu ya hep birlikte, zamanı geldi ve ansızın biz oluverdik. Mükemmel bir tümevarım gibi yolunda gitti işler. Teoriydi gerçek oldu, masal bu ya!
 

2 Eylül 2011 Cuma

Calismanin Erdemi

Ille de mutluluk ve basari denen mevhumu alkislamak mi gerekir? Alkislamayip once bir supheyle bakinca adama sinizm kulbu takiyorlar. Bir nevi yukardan bakma, asagilama diyorlar yaptigima. Ya da daha basitinden mutsuzluga ya da tembellige ovgu dizdigim dusunuluyor. Oysa soylendigi gibi cok calismak ne mutlulugun ne de basarinin sirri, benim derdim bununla. Asil bugunku anlamiyla calismaktir, insani mutsuz eden. Bunu devamli kilan ise insanin magrur bir sekilde basariya ve mutluluga olan ilgisi degil de nedir?  

Calismak ne zaman bir erdem oldu?

7 Şubat 2011 Pazartesi

Vapurumuza binebilir miyiz?

Manzaradan Parçalar’daki "Boğaz’ın Gemileri" kısmını, sonra da "Ara Güler’in İstanbul’u" bölümünü yeni okumuşum. Vapurlar… Tek tek isimleri bilmek neye yarar? Otuz senedir bindiğim gemilerin birinin bile siluetinden ismini çıkaramadığıma çok fena hayıflanıyorum kendi kendime. Boğaz’a ve vapurlara kıyıdan bakmak ile vapurlardan İstanbul’a bakmak üzerinden, ne kadar da ortak duygulardan bahsediyor Pamuk! Tanıdık bir hisle kalkıyorum yerimden. İstanbul, onun içindeki hayatlarımız, adalar, martılar ve elbette vapurlar hakkında içiçe geçmiş düşüncelerim...

13 Ocak 2011 Perşembe

İstanbul: Nasıl bir şehir?

Bir önceki yazımın konusuna koşut olarak bir süredir İstanbul’dan yola çıkıp, şehir ile ilgili, bir şehrin peyzajı, düzenlenmesi, estetiği, birikimi ile ilgili de düşünüyorum.

9 Ocak 2011 Pazar

Zevkler ve Renkler Tartışılır mı?

Güzellik meselesini konuşmak zor, çünkü zevklerin ve renklerin tartışılamayacağına inanmış bir kültürün içindeyiz. Belki de bir dünyanın içindeyiz demeliyim. Genellikle, beğeni dediğimiz şey, son derece öznel bir şeymiş gibi davranılıp özünde neredeyse yaradılıştan gelen bir algılama gibi düşünüldüğü için tartışmaya kapalıdır. Şunu sen beğenmiyor olabilirsin ama ben beğeniyorum, seviyorum dedi mi biri ama neden diye soramaz insan. Çünkü nedensiz de sevilir. Elbette, hayatta insanın sadece bir tür duygudaşlık duyup sevdiği şeyler var. Ancak çoğu zaman birçok şeyin tartışmaya açık bir tarafı da olduğu muhakkak.