15 Şubat 2021 Pazartesi

Suskunluk Duvarını Yıkın!

Alice Miller, diğer kitaplarında ateşli bir şekilde savunduğu gibi Suskunluk Duvarını Yıkın’da da çocukluğumuzun gerçekleriyle yüzleşmekten bahsediyor. Çok kısaca, haklı öfkenin nihayet yaşanması, duyguların ifade edilmesi sayesinde ruhsal körlüğün, yıkımın ve kendini harap etmenin de biteceğini anlatıyor. Sözsüz bir anlaşma gibi toplumun her yanına sızmış olan, terapi odalarından, okullardan, ibadethanelerden, aile meclislerine bu gerçeği bastırma, görmezden gelme ve hatta bununla uzlaşıp affetmeye zorlayan bir dev bir kumpas gibi duruyor dünya bu şekliyle. Yalanlarla örülü, kimsenin gerçeği duymaya katlanamadığı, elbette bunca acıya dayanamadığı, bu yüzden de olguları duygularıyla beraber görmezden gelip adeta görünmeyen bir yere, bir karanlık alt dünyaya itip üzerini kapadığı ikiyüzlü bir varoluş! Ancak insanın biricik ömründeki hasarı kadar topluma da yön veriyor tüm bunlar. Yani bir yerden bastırdığın başka yerden çok yıkıcı bir şekilde mutlaka patlak veriyor, ya bedende ya fiziksel olarak bu dünyanın üzerinde, canice.

Bu noktada Hitler, Çavuşesku örnekleri çok çarpıcı! Hala diktatörlerin doğup büyüyebildiği, küçük büyük demeden şirketlerin içinde güç kazanabilen benzer yöneticilerin yer tutabildiği bugünün panoramasında bile en çekirdek birim olan ailenin içinde hala hâkimiyetini sürdüren bu baskıcı, dediğim dedik, yıkıcı, istismar eden, sınır tanımazlığın varlık göstermeye devam etmesi en kök sebep değil de ne? Ve bu hiç de azınlıkta değil. Her evde. Yoksa bu akıl almaz güç odakları nasıl kötülüklerine sınır tanımadan devam edebilir? Medya, eğitim, kültür, dinler ve bence bugün her yerde demeçler yağdıran ruhani önderler bile hep bu çarkın dönmesi için acımasızca ve ne yazık ki bilinçsizce çalışıyor. Bastırıldığımızı, istismar edildiğimizi inkâr edelim, bunu konuşmayalım, öfkemizden ve nefretimizden bir de suçluluk duygusuyla çıkalım, üzerine bir de bize bunları yapanları ısrarla affedelim yeter ki! Alın size suskunluk duvarı! Ama neden?

Hâlbuki bu bilinçdışına itilmiş nefretin sözde onaylansa (örneğin bugünkü başarısını babasından yediği dayaklar sayesinde olduğunu söylenmesi gibi birinin) ya da bağışlansa da yıkıcı etkileri olduğu muhakkak. Bunu bahsi geçen diktatörlerin kendi çocuklukları ile ilgili söylediklerinden anlıyoruz en çok da. Oysa nefret de öfke de bir his ve yaşandığında bir zehir olmaktan çıkıyor ve bir yetişkin olarak sağlıklı düşünmeye ancak böyle başlayabiliyoruz, yıkıcı eylemlere dönük değil de yaşam doğuran-yaşam yaratan eylemlere dönük olasılıkları ancak bu sayede görebiliyoruz.

Bu açıdan bu saf rüyadan uyanmanın, gözleri açıp gerçeğin acılı hallerine cesaretle bakmanın, bedenimizde gizli de olsa dürüstçe yaşamaya devam eden o hâlâ canlı kanlı hislerin inkârı değil de nihayet onları yaşamanın getirdiği sonuçların, bireysel ve toplumsal düzeyde yapacağı etki çok heyecan verici! Bir çocuk gibi yoğun hissedebilen ve bir yetişkin gibi düşünebilen bireylerin olduğu yerde kimse kalkıp akıl almaz zorbalıklarıyla bırakın bir ülkenin üzerine çökmeyi, bir kişiye bile böylesine bir zulme kalkışamaz. Çok umut verici, ufuk açıcı ve heyecan verici!

Bir çocuk ile konuşurken karşımızda tepeden tırnağa eksiksiz bir şekilde tüm insanlık haklarına sahip tam bir insan olduğu gerçeğinin idrakiyle başlanabilir.

Hiç yorum yok: