13 Ocak 2011 Perşembe

İstanbul: Nasıl bir şehir?

Bir önceki yazımın konusuna koşut olarak bir süredir İstanbul’dan yola çıkıp, şehir ile ilgili, bir şehrin peyzajı, düzenlenmesi, estetiği, birikimi ile ilgili de düşünüyorum.



Mesela İstanbul’u güzelleştirmek, daha iyi, daha güzel, yaşanır bir yer yapmak meselesi… Yol kenarlarına çiçek ekmek, köprüleri, binaları aydınlatmak, ışık gösterileri yapmak, sistematik olarak şehri bilmem ne boya markasının renklerine büründürmek mi sadece? Bunlar da elbette güzel ve gerekli işler olabilirdi pekâlâ ama o işler bile baştan savma ve hesapsız yapılıyor! Binalar öyle kötü, öyle yanlış aydınlatılıyor ki bunun için mimar, çevre düzenlemeci, uzman filan olmaya gerek yok. Geceleri ilk bakışta belki ışıl ışıl görünen güzelim İstanbul’un halinin niceliğini şöyle bir durup alıcı gözle baktı mı insan görüyor aslında. Kötü aydınlatmaya mı, bir türlü zifiri karanlık olamayan geceye mi, gökyüzüne saçılıp boşa giden elektriğe mi, başka işlere aktarılabilecek bir kaynağın, paranın heba olmasına mı yanarsın? Bu haliyle İstanbul takıp takıştırmış, sürüp sürüştürmüş, allanmış pullanmış “kiç” bir kadının zevksizliğinden farksız.

Sanatçısı, mimarı, tasarımcısı, planlamacısı, mühendisi, teknisyeni ve ilgisi bilgisi olan kişileri bir araya getirip bu işi olması gerektiği gibi yapan şehirler var. Rakamları bilmek benim gibi sıradan biri için mümkün değil ama çok daha az enerji harcayarak çok daha doğru (ve çok güzel) bir aydınlatmanın yolunu keşfettikleri aşikâr.

Kaldı ki gece cayır cayır aydınlatılan bu mimari miraslarımızın en gözdesi bile aslında bakımsız. İçiyle, içeriğiyle ilgilenmiyoruz hiç. Mesela Dolmabahçe Sarayı’nı düşünüyorum. Koskoca sarayda mutfak yok muymuş acaba?  Mutfağından bugüne hiç eser kalmaması ilginç değil mi? O insanlar orda ne yiyip ne içiyorlarmış? Nasıl, nerde ve neyle yemek yiyorlarmış? Sarayı dolaşan biri için bunu görmek imkânsız ama neden? Sonra adı üstünde dolma bir zemin üzerine inşa edilmiş Dolmabahçe’nin üst tarafındaki çirkin mi çirkin iki devasa otelin ağırlıklarının saraya zarar verdiğini duymuştum. Buna ne buyrulur?

Her gün yok olup giden onlarca tarihi eserin, caminin, kilisenin, çeşmenin, hanın çok bir önemi yok… Geçmişin canlı kalıntıları dahi ilgimizi çekmiyor. Yıkılmasında, eskimesinde, çürüyüp gitmesinde bir sakınca yok. Yerine yenisi yapılır. Daha iyisi, daha işlevseli yapılır… Yapılır da giden geri gelmez. Gelmezse gelmesin aman, kırk türlü derdi var şehrin bu mu dert şimdi diyen var. Kaybolup giden yalnızca bir taş yığınıymış gibi. Oysa yok olan bir tarih, bir ustalık, bir bilgi. O bilgi unutulup gitmiş oluyor. Hiç var olmamış gibi. Buna da değer vermiyor kimse. Piramitleri uzaylılar yapmış der tabii insan unutunca…

Bilmem, geçenlerde Fındıklı’dan Beşiktaş’a yürürken Dolmabahçe’nin yanındaki camekânlardan içerdeki avizeleri gördüm, birinden birine kazara bir zeval gelse aynısını yapacak, yapabilecek bir usta var mıdır?

Restorana çevrilmiş kuleler, otel yapılmaya çalışılan tarihi binalar, tıraşlanıp toplu konut, site, alışveriş merkezi ve yine otel yapılan parklar, ormanlar, yeşil alanlar umurumuzda değil. Fakat ne acı ki bir İstanbullu olarak şehrin pek çok yerinde, insanın dışarı çıktı mı şöyle birkaç saat vakit geçirip, düşüncelerini dağıtabileceği ya da toplayabileceği, nefes alabileceği, biraz yürüyüş yapıp sonra da oturup iki satır okuyabileceği ya da karşısındaki manzaraya bakıp demlenebileceği, çoluk çocuğunu gönül rahatlığıyla getirebileceği, onları iki dakika -koşsunlar, oynasınlar- serbest bırakabileceği, eşiyle dostuyla iki lafın belini kırabileceği yeşil, huzurlu, temiz, bakımlı, tekin, korunaklı alanlar yok. Olanlar da ancak belli başlı semtlerde henüz el atılmadığı için hâlâ varlar. Ancak kesinlikle yeterli değiller. Çünkü bu işler gelir getirmiyor kimseye. Ver otel yapsınlar, ver restoran, kafe yapsınlar! Alan kazansın, veren kazansın. Gerisi mühim değil, insanlar şehirden kaçıp boğaz havası mı almak istiyorlar, o zaman bir zahmet bir fincan kahvenin parasını, hem de ederinin kat katını ödeyiversinler! Yeşil görmek isteyen köyüne dönsün. Köy diye bir yer kaldıysa artık. Böyle bir hoyrat şehir, hoyrat ülke… Ve de dünya…

Hiç yorum yok: