23 Şubat 2015 Pazartesi

Yüzler Sesler Sokaklar

"Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı" içimden çok muhalefet ettiğim bir kitaptı. Etrafımda üç beş kişi okumuş ve öve öve bitirememişlerdi. Sırf bu yüzden kıl olmuşum belli. Övenler de yüksek perdeden konuşunca iyice kaşıntı tutmuştur. Sonunda üniversite sınavlarına hazırlandığım sıralarda bir gün Kadıköy'de dolanırken, doksanların ortalarında ucuza kitap aldığımız bir kitapçıda şöyle bir karıştırmış ve "yeniye değil daha iyiye" olan -bence varoluşsal olduğunu kendime artık kanıtladığım- eğilimlerim sebebiyle hemen tavlanmış almıştım. Kimseye reklamını etmeden kendi kendime okudum. Zaten o sıralar sınavlar ve daha başka meseleler sebebiyle ortalık epey bir tenha idi. Abartılacak öyle aşırı bir şey de yokmuş. Sonuçta bir "Saf Aklın Eleştirisi" değildi! Ama varoluşumun temelleri diye bir diyagram çizecek olsam meselenin kalbine yakın bir yerde dururdu bu roman. Damlatan musluğun, arıza yapan bir aletin ruhumda açtığı deliklerin izlerini sürdüm. Hemen arkasından beni sarıp sarmalayan, eski olan her şeyin içinde gizlenen ve karanlık gecelerde aniden çıkıp insanın boğazına yapışıp kendisini öldürmek isteyen bir hortlak varmışçasına, sabah olur olmaz tası tarağı kapının önüne koymak için dar bekleyen teşne bir çevreyi iyice tahlil ettim. Yeni her şeye olan önü alınamaz bir düşkünlük vardı, eskiye de bir o kadar düşmanlık.

Şimdi üzerinden yirmi sene geçmiş. Avrupa yakasından Asya'ya gidiyoruz. Arabanın camından bakıyorum, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yolları, sokakları tanımaya çalışıyorum. Şu yıkılan binanın yerinde ne vardı? Şu yeni binanın peki? Küçükken annemlerin şikayet ettiği ve yeri geldi mi laz müteahhitleri yerin dibine soktuğu hepsi de birbirinden çirkin binaların bir anda yok edilmesine böyle içerleyeceğimizi o zamanlar söyleseler inanmazdık. Tarih tekerrürden mi ibaret sahi? O berbat itici ve sevimsiz betonarme apartmanlar bir bir yıkılıyor ve yerine yine berbat, soğuk ve itici beton, metal, cam ve sözde sıcak göstersin diye de araya serpiştirilen ahşap görünümlü bir takım malzemelerden oluşan yeni Falanca Park'lar, Filanca Kent'ler, rezidanslar dikiliyor. 


Nihayet Küçükyalı'ya varıyoruz. Hatırlamak ne zor iş bir sene önceki halini sokakların. Yollar 70'lerde olduğu gibi çamur içinde. O kötü yapılar, yok olan bahçeler... Annemin evi sığınak gibi, diyorum biraz uzanayım eski odama gidip, hafta sonu ve sabah ne sakindir ortalık! Ben yorgunum, bir de gözüm acıyor artık bakmaktan çirkine, bağrım yırtılıyor adeta. Dinleneyim ana ocağımda, gençliğimin kucağında. Biraz teselli, biraz huzur bulayım. Lakin yıkım sesleri, iş makineleri ve kepçeler içimde son kalan umudu biraz zifte buluyor. En azından sesler gök kubbede baki kalır gibi aptalca bir düşünceyi ağır bir yorgan gibi üzerimden hızla kaldırmam gerekiyor.


Pek çoklarının benim gibi pirelileri suçlayacağı gibi değişime karşı olmak mı bu diye kendimi sınava çekiyorum. Güzelim yüzünü otuzuna varmadan değiştiren canım arkadaşım, değişen evim, yollar, sokaklar, yenilenirken yıkılarak yok edilen geçmiş, eski tüm hatıralar.


Bize kendimizi hatırlatacak ne kaldı? Nerede soluklanıp yaralarımızı saracağız? Kanserli bir hücre gibi başka bir şey olarak doğmuşken bambaşka bir şey olarak mı öleceğiz?


Hiç yorum yok: