5 Aralık 2011 Pazartesi

Serbest Serzeniş

“Bizi daha iyi söğüşlemek için hazırlanan reklamları izleyip katıla katıla ağlayan, hislenen insanlarımız var; absürt bir film gibi. Toplum olarak sinirlerimiz laçka olmuş. Ve biz birbirimizi ezdikçe, savaştıkça, gelecekten umudumuzu kestikçe, her gün beşer onar öldükçe o markalar daha da çok kazanıyorlar. Kapitalizm toplumsal cinnetten besleniyor, kâr hesaplarını yaralı vicdanlarımız üzerinden yapıyor...”

Dün Derya yazmış. Ona kısa bir yorum yapayım derken iş çığırından çıktı. Buradan sesleneyim dedim. Diyordum ki:

Çünkü çoğu insan bu düzenin tüm aktörlerini, böyle bir dünyada yaşamak için para kazanmak gerektiğini, para kazanmak için yapılan pek çok şeyin hüner olduğunu, kazanılan paraları ürünleriyle değiş tokuş ettiğimiz markaları, dolayısıyla reklamları, bir ağacın, gökyüzünün ya da toprağın yani biz dünyaya gözümüzü açtığımızdan bu yana kendiliğinden orada olan doğanın inkar edilemez varlığı gibi (ki ona olan yaklaşımımız bile yeniden farklı biçimlerde düşünülebilir) veri alılar. 

Sorarım hep, gençlik denen sancı bunları düşünmeden nasıl geçer? İnsan sırf bir sınıfın içine doğduğu için o sınıfın kendine giydirdiği tüm kimliklerine nasıl öylece bağlanır? Belki böyle yaptığından çemberin dışına hiç taşmamıştır, bir cemaatin içinde boyalı kuşa dönmemiştir, kendine benzeyenlerle hep el ele kol kola yürümüş(kol kırılsa da yen içinde kalır), bunun dışında kalanlara ya gözünü yummuş ya da siz-biz buyurmuştur... Böylesi iktidarı elinde tutar. Azınlık diye bir kelimeyi lügatimize sokar. Hele de tepeden bakışına rağmen tüm bunların içinde nasıl özgürlüklerden bahseder? 

Bu yazılanları beğense ne çıkar? Bir arkasını döndü mü hem bak nasıl unutur, geçer gider. İnsanoğlu ha babam havanda su döver. En saf duygularıyla fanatikleşip mangalda kül bırakmadığı anlarda olur da yüzlersen o başka bu başka deyiverir ya da yalnızca içinden geldiği için yaptığı şeylerin sözde masumiyetine safça sığınır. 

Kalplerimiz bu kadar masum mudur ki? İyi niyetimizle yaşayıp gittiğimiz şuncacık ömrümüzün kelebek etkisi bir sonucu olmasın savaş? Güzelliğin, aklın, ilerlemenin borusunun öttüğü bir çağda önce geride kalanlar, çirkinler ve cahiller ölür. Oysa ülkelerinin adını bile bilmediğimiz, ezberden Güney Afrika diye ağzımızda yuvarladığımız, dışarıdan bir hayvan topluluğu gibi algıladığımız kabilelerin iç savaşlarının sebebi cehaletleri değil. Zannımca gelişmemişlikleri de değil. Hakikaten iyi niyetlerimizle satın aldığımız cep telefonlarının, bindiğimiz arabaların, giydiklerimizin, yediklerimizin, içtiğimiz kahvenin bile yani tükettiğimiz onca ürünün ve elbette çöpe dönüşen ambalajlarının da bunda payı vardır. 

İyi niyeti geçelim, hadi kötü niyetimiz de yoktur... Ama dünyadaki ayak izlerimiz sandığımızdan büyük ve korkarım ki kanlı bir tarafı da var...

Hiç yorum yok: