20 Kasım 2011 Pazar

Diyelim ki bilinçlendik!

Diyelim ki bilinçlendik! Hadi, peki, bu yoga, organik ürünler, kişisel gelişim vesilesiyle olmuş olsun. Diyelim ki duyarlı, hassas mahlûklar haline geldik. Hormonlu ürünleri tüketmiyoruz artık. Bedenimizi keşfettik, onunla birlikte ruhumuzu da. Stresi yendik böylece. Arındık. İyi bir hayat yaşamanın, başarılı olmanın ve benzeri zorlukların on altın kuralını sebatla uyguladık. Evet, başardık. Ve birdenbire biz çok bilinçlendik. Biz bir tek kendi bedenlerimizi, kendi ruhlarımızı, kendi sağlığımızı, evimizi, kendi rahatımızı, kendi gidişatımızı düşünerek epey bilinçlendik. İş bu ya hep birlikte, zamanı geldi ve ansızın biz oluverdik. Mükemmel bir tümevarım gibi yolunda gitti işler. Teoriydi gerçek oldu, masal bu ya!
 

Sağlık çanları çalıyordu, organik pazarda soluğu aldık. Vitamin desteği ve spor şarttı. Steril yaşam alanları yarattık kendimize. Çok çalışıyorduk, her şey hızlıydı, acımasızdı. Stres altındaydık. Bununla baş etmeyi de öğrenmeliydik. Evet, dünyada bir takım kötü şeyler de oluyordu. Adaletsizlik, haksızlık ve savaşlar hız kesmeden yalnızca şekilden şekle girerek, hatta çoğalarak devam ediyordu. Ama değiştiremeyeceğimiz şeyler için canımızı sıkmak, bizim etkimizin olamayacağı şeylere üzülmek neye yarardı? Atlattık, gözümüzü kapıyorduk, kendimizi bir sahilde hayal ediyorduk. Rüzgârı içimizde hissedip, dalgaların sesini işitiyorduk. Gözümüzü açtığımızda huzur buluyorduk, dingin bir insan oluyorduk. Manasız, gündelik hırslarımızdan arınıyorduk. Yine de bir itiş kakış vardı hep. Toplantı odalarında, işyeri koridorlarında, bir kuyrukta beklerken, dolmuşa binerken, vapurdan inerken, alışveriş ederken hep ilk olmak istiyorduk. Hırs değil azim, ihtiras değil tutku, kurnaz değil atiktik.

 
Cep telefonlarımız vardı, arabalarımız. Evlerimizi, üstümüzü başımızı, hatta zevklerimizi yenilemeliydik, öyle de yaptık. Uçaklara binip devri âleme kalkıştık. Turizm diye bir sektör vardı, parasını verdik, onlar organize etti ve böylece görmemiz gereken yerleri, tatmamız gerekenleri ve vesaire ziyadesiyle becerdik. Muhtemelen pek çoğu “Made in China” hediyelik eşyayla evimize geri döndük. Üç beş gün sonra kaldığımız yerden devam ettik.

Yani sonuçta, her gün binlerce yaratıcı, çalışkan, becerikli ya da dahi veyahut da ufak da olsa bir iş gören onca insan, para ile tanışmış yeryüzünde ne kadar insan varsa hepimiz pastayı daha da büyütmek için el birliğiyle çalışıyorduk. Kişisel küçük hikâyelerimize bakınca ekmek parası için uykusuz kalıyorduk. Mağdur ve masumduk gerçekten. Zaten böyle bir dünyanın içinde açmıştık gözlerimizi. Pek kaçışı yoktu en vicdanı olanımızın da. Hikâyenin bütününde ise olan çılgındı. Hepimizin el birliğiyle her gün daha da büyüttüğümüz pastaya dönüşüyordu hayat. Dünyanın tepesinde birkaç aklı enverin planladığı bir şeydi veya değildi bu. (Ne fark eder ki? Bir anlam ifade etmiyor, bunu tartışmanın bize bir yardımı olmuyor. Komplo teorileri, gerçeği yansıtsın ya da çarpıtsın, hepsi de asıl meselenin özünü kavramaya kalkanı oyalamak, büyük fasit bir muhabbetinin içinde onun elini kolunu bağlamak için ortaya atılıverir sanki. İspatı olmayan büyük, çok büyük, tüm dünya nüfusunun toplamının boyunu çok çok aşan bir şeydir bu. Bu yüzden çene çalar durur, sonra olduğu gibi, aynen devam ederiz.) Büyük pastayı büyütürüz bilmeden ya da hırsla. Fark etmez. Olan budur sonuçta.

Yok, fazla uzatmayacağım. Her şey mal mülk, her şey para pul. Dört yanımız “marketing”. Hem de handikaplarını, beislerini ve çöplerini bile paraya çevirebilen dev bir organizma. Hey gidi hümanizma! 

Fotoğraf: Tate Modern Website'sinden (http://www.tate.org.uk/modern/exhibitions/mediaburn/martha.shtm) - Muhteşem Martha Rosler'in "HouseBeautiful: Bringing the War Home"  (Güzelim Ev: Savaşı Eve Taşımak) serisinden.

Not: Martha Rosler bu sene İstanbul Bianel'inde 1966-1972 yılları arasındaki aynı isimli serisiyle nefesimi kesmişti! 

Hiç yorum yok: