29 Ekim 2015 Perşembe

Barış içinde insanca

Büyürken işittiğimiz bir söz vardı: Sana güveniyoruz evladım ama devir kötü, insanlara güven olmaz. Bizimkilerden sana güveniyoruzdan ötesini duymadım doğrusu -ne mutlu- ama arkadaşlarımın aileleri tamamlıyordu cümlenin gerisini. Ben de aklımın bir kenarında taşırdım, duyduğum pek çok şey gibi bunları da. Ama itiraf edeyim, pek de kondurmazdım. Kötü şeyler olmaz değildi, hem de nasıl olurdu, sadece bizim çevremiz korkulduğu derecede vahşet taşımıyordu kanımca. Mikro düzeyde olabilecek en kötü senaryo “Funny Games” olabilirdi, makro düzeyde ise savaşları düşünürdüm, katliamları, çılgına dönmüş iktidar budalalarını ve sırf bu sebepten aslında bir hiç uğruna ölen zavallı insancıkları.


Tüm bunlardan sıramızı savmışız gibi bir halim varmış meğer, ki bana da temkin abidesi derler… Güvenmem, ısınmam, yanaşmam kolay kolay. Bu hadi yabanilikten diyelim, anneye bağımlı büyümekten olsun... Ama sahiden de vahşeti, şiddeti, tekinsizi uzaklarda ve geçmişte bildim.

Bir yandan doğruydu, mazbut, işinde gücünde bir akış vardı etrafta. Geçim derdi, iş derdi, okul derdi… Ama bir yandan da öyle sofistike, aslında öyle bariz, öyle sık, öyle çok ve her yerdeydi ki bir nevi bundan korunmak için normalize etmiştim kendim için durumu. Tacize varmasın diye, bir nevi huyuna gitmiştim mütecavizin. Rızamız olursa savardık belki şiddetli senaryoları başımızdan.

O yıllarda otobüsle okula gider gelirken, vapur iskelesinde arkadaşımı beklerken, okuldan eve yürüyerek dönerken sokakta karşılaştığım insanların yüzlerine bakar, sandığımın aksine meğer ne olumlu senaryolar düşlermişim… Şimdi gittikçe kötüleşen, çirkinleşen gazetelerimizin manşetleri ve üçüncü sayfa haberleri gibi insanların yüzleri, şehir, uğultular, her şey. Fındıklı’da sahilde güzelim denize bakarken yanımdan geçen adamın geçmişinde gözünü kırpmadan indirdiği bir leşi olabileceğini, iş yerinde her sabah neşeyle selamlaştığımız Mehmet Bey’in akşamları internetten küçük kızların fotoğraflarına kalbi ağzında bakabildiğini vesaire düşünür oldum. Öte yandan floresan ışığı altında muşamba masa örtüsünün plastik kokusu eşliğinde anasının pişirdiği kuru fasulye pilavı kaşıklarken, televizyonda gördüğü, aslında hiç tanımadığı, bizzat hiç görmediği, haklarında zerre bir şey bilmediği uzak illerdeki insanlara durduk yere nasıl da nefret ile dolabildiğini dehşetle fark ettim. Sırf garibanlara değil, yer sofrasından, bir kuşak içinde, üç kuruşluk mevkiler için çırpınan dar kafalı ama hırslı mı hırslı beyaz yakalılara dönüştüğüne tanık olduğum tuzu kuru kişilere de bu faşist nefreti aşılıyordu televizyon, ne acayip. Bir şeyler değişiyormuş gibi bir his... Hep daha kötüye…

Tüm bu değişimler olurken -aslında dünya hep böyleydi, değişen bizdik- bizler haklar ve özgürlükler lügatini yalayıp yutuyorduk, ne vicdansızlıklara denk geliyorduk okurken, taş kesiyorduk. Sırf bu yüzden, Uzun Adam’a sanki biz veriyormuşuz gibi oyu, ne çıkılmaz tartışmaların içinde bulmuştuk kendimizi ailelerimizle. Bugün, finalde onlar haklı çıktılar. Çıkmadılar diyemem. Ama biz tersini asla söylemedik, bundan yana gönlümüz rahat. Yalnızca insanca yolları bildik, belledik. Başka türlüsünü yapamazdık. Ben demiştimler yaralarımıza merhem olmuyor. Nasıl da iyi niyetlerle, sözüm ona çağdaşlık, ilericilik şiarıyla şevkle sallanan anlı şanlı bayraklar kefen oluyorsa birilerine, işte biraz da bu yüzden tam bağımsızlığı, özgürlükleri, barış içinde insanca yaşamayı her şeyin üzerinde tutuyoruz.

Tutuyorum.

Sizlere iyi bayramlar.

Hiç yorum yok: