Bu yazıda kafamda uzunca bir süredir evirip çevirdiğim
dağınık bazı düşüncelerden bahsetmek, bu vesileyle düşüncelerime de bir yön
vermek istiyorum aslında. Bu isteğimi karşı koyamadığım bir şekilde derhal harekete
geçiren, şu sıralar Sabancı Müzesi’nde sergilenen ZERO akımının eserleri
olduğunu hemen itiraf edeyim.
Diyorlar ki İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından yaşanan maddi, manevi ve kültürel yıkım sonrasında hakim
olan umutsuzluğa karşı Otto Piene ve
Heinz Mack’in “karamsarlıktan silkinip, her şeye sıfırdan başlama” önerisine
Günther Uecker’in de katılmasıyla 1957’de Düsseldorf’ta başlamış Zero hareketi.
Bu umut dolu sanatçıların ışık, ses ve hareketi
kullanarak bireysel ve birlikte ürettikleri eserlerinin zaman, uzam,
strüktür, ışık, ateş, renk, gölge ve titreşim gibi ana temaları etrafında
şekillenen akım ismini bir roketin kalkışından önceki geri sayımdan alıyormuş. Bir anlamda “geleceğe geri sayım”.
Öyleyse geriye doğru sayayım ben de.
Bir çocuk kitabında rastladığım çok basit bir şey,
birbirinden bağımsız gibi görünen düşüncelerimi bir anda birleştirip bende bir
ışık yakmıştı geçenlerde. Kitabın kahramanı Stella çok küçükken o kadar büyük
bir evde yaşıyordu ki koltuğun tepesinden tüm dünyayı görebiliyordu! Ev büyük
değildi elbette, Stella idi küçük olan. Bu tatlı kızın küçük dünyası evi
kadardı ya da dünya Stella için o zamanlar evinden ibaretti haliyle. Yavaş
yavaş evden çıktı, başka şeyler keşfetti, büyüdü, dünyasını büyüttü. Hepimiz
gibi. Ama dünyamız ne kadar genişlerse genişlesin, sonunda gördüğümüzle ve
aslında algıladıklarımızla sınırlı her şey.
İnsanın özgün keşiflerden daha çok taklit ederek öğrendiğini varsayarsak,
başlarda biz yetişkinlerin dudağını uçuklatacak farklı ilişkilendirmeler kurabilen,
inanılmaz derecede yaratıcı bu naif varlıkların zaman içinde öğrenme, ilerleme,
gelişme dediğimiz yönde aslında bir nevi köreldiklerini, yani bir zamanlar biz
de bebek, çocuk, genç olduğumuza göre köreldiğimizi söylemek mümkün.
Şimdi, 35 yaşımı solladığım günlerin içinde, anımsayabildiğim
çocukluk ve gençlik günlerimi düşününce aslında hayatımın ister istemez
insanlık denen ortak bir varoluşa benzeme, onun tarafından kabul görme ve
mümkün ise onun çizdiği sınır içinde bir şeyler yaratma, o şekilde var olma
çabası ile geçtiğini hissediyorum. Koltuğun tepesinden görünen dünyam, dünyamız
bunlardan ibaret. Bu âlem, çerçevesi keskin, alışılageldik yapma etmeler –bazen
dâhiyane bir şeylere ya da yürek titretecek kadar etkileyici güzelliklere denk
gelsek bile-, sonsuz imkânları yok edip insanı tek bir olasılığa hapsediyor. Asıl
umutsuzluğumuz budur işte!
Buradan gençliğime hızlıca geri sarıp Pink Floyd’un The Wall
albümüne gülümsüyor ve göz kırpıyorum. “We don’t need no education” bundan
başka neydi ki… Belki filmdeki kadar doğrudan bir şekilde de değil her zaman,
çoğu zaman da sofistike bir şekilde bizi köreltiyor tüm aktörler. Kontrol
edilebiliyor böylece pek çok şey, dolayısıyla güvenlik hissi veriyor.
Bilindik anlamda gerçekten de çok kıymetli bu birikimler,
kültür, medeniyet, tüm yerleşik bilgiler, yollar yordamlar omuzlarımızda taşıdığımız
yükler bir nevi. Taşıyoruz, böyle var oluyoruz. Böyle gelmiş, böyle de
gidiyor nihayetinde…
Oysa isterdim ki güneşe karşı gözlerimi kısıp hafif açarken
kirpiklerimin arasındaki pırıltılara bakarak, bu küçük oyunun titreşimleriyle
herhangi bir kabul endişesi olmadan, kendi keşfettiğim bir yoldan yürüyüp
esriyip keşfedeyim her şeyi. İnsanın varoluşuyla, içine doğduğu bilinmezliklerle
dolu dünya ile hesabı zaten yeterince zorlu ve karmaşık iken okullara gidip,
işlere girip kendini adeta çöp ile doldurması zalimce değil mi?
Kabaca sorayım öyleyse. Bu ezberden yaşadığımız hayatın
kilidini kırmak, kabaca ezber bozmak, özgün olmak kolay mı şimdi? Başa almak,
sıfıra dönmek, sıfırlamak, hiç düşünülmemiş kavramlarla düşünmek, düşünmeye
başlamak?
Evet, Zero içimi umutla doldurdu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder