Şimdi üzerinden yirmi sene geçmiş. Avrupa yakasından Asya'ya gidiyoruz. Arabanın camından bakıyorum, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yolları, sokakları tanımaya çalışıyorum. Şu yıkılan binanın yerinde ne vardı? Şu yeni binanın peki? Küçükken annemlerin şikayet ettiği ve yeri geldi mi laz müteahhitleri yerin dibine soktuğu hepsi de birbirinden çirkin binaların bir anda yok edilmesine böyle içerleyeceğimizi o zamanlar söyleseler inanmazdık. Tarih tekerrürden mi ibaret sahi? O berbat itici ve sevimsiz betonarme apartmanlar bir bir yıkılıyor ve yerine yine berbat, soğuk ve itici beton, metal, cam ve sözde sıcak göstersin diye de araya serpiştirilen ahşap görünümlü bir takım malzemelerden oluşan yeni Falanca Park'lar, Filanca Kent'ler, rezidanslar dikiliyor.
Nihayet Küçükyalı'ya varıyoruz. Hatırlamak ne zor iş bir sene önceki halini sokakların. Yollar 70'lerde olduğu gibi çamur içinde. O kötü yapılar, yok olan bahçeler... Annemin evi sığınak gibi, diyorum biraz uzanayım eski odama gidip, hafta sonu ve sabah ne sakindir ortalık! Ben yorgunum, bir de gözüm acıyor artık bakmaktan çirkine, bağrım yırtılıyor adeta. Dinleneyim ana ocağımda, gençliğimin kucağında. Biraz teselli, biraz huzur bulayım. Lakin yıkım sesleri, iş makineleri ve kepçeler içimde son kalan umudu biraz zifte buluyor. En azından sesler gök kubbede baki kalır gibi aptalca bir düşünceyi ağır bir yorgan gibi üzerimden hızla kaldırmam gerekiyor.
Pek çoklarının benim gibi pirelileri suçlayacağı gibi değişime karşı olmak mı bu diye kendimi sınava çekiyorum. Güzelim yüzünü otuzuna varmadan değiştiren canım arkadaşım, değişen evim, yollar, sokaklar, yenilenirken yıkılarak yok edilen geçmiş, eski tüm hatıralar.
Bize kendimizi hatırlatacak ne kaldı? Nerede soluklanıp yaralarımızı saracağız? Kanserli bir hücre gibi başka bir şey olarak doğmuşken bambaşka bir şey olarak mı öleceğiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder